
29 Ekim yaklaşırken Altınbaş Üniversitesi Yayınlarından, “Cumhuriyet’in 100. Yılına Armağan Kitapları” serisinin, “Özgürlüğün Dansa, Dansın Özgürlüğe Yolculuğunda Atatürk” adlı kitabı yayınlandı. Kitabın yazarı, Altınbaş Üniversitesi Ortak Dersler Bölümünden Öğretim Üyesi Dr. Gülhan Seyhun. “Atatürk’ü sevmek kaderimdi, şimdi en büyük iradem” diyen Dr. Seyhun’un, Mikrobiyoloji ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi alanında iki yüksek lisansı, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi alanında doktora derecesi var. Yazar, hemşire, asker ve öğretim üyesi olarak çok yönlü kimliği ile bu kitapta, yine çok yönlü olarak Atatürk’ü ele alıyor.
Şiirlerle başlayıp şiirlerle biten kitabın içeriği de oldukça zengin. Atatürk’ün kişiliği, barışa yönelik hizmeti, çocuk, hayvan ve ağaç sevgisi, komutanlığı, milliyetçiliği ve en çok da toplumsal cinsiyet eşitliğine dair verdiği mücadele, yazarın öz yaşamıyla kesiştiği noktalarla veriliyor. Yazar, bu kitapta kullandığı düzgün ve akıcı Türkçesiyle okuyucuyu sürüklüyor, etkiliyor, öğretiyor, bazen güldürüp bazen düşündürüyor. Kitapta devlet yönetiminde söz sahibi liderlerin dünyaya bakış açıları ve kadın algılarıyla ilgili söz, tutum ve davranışlarının, kadının toplumdaki yerini belirlemede etkili olduğu vurgulanırken Atatürk’ün özlemleri ve kadın algısıyla şekillenen bilinçli çabalarının, Türk kadınını nasıl görünür kıldığı gözler önüne seriliyor. Yazar Gülhan Seyhun, “eğer bu coğrafyada varsam, bunu Atatürk’e borçluyum ve ona olan borcumu bu kitapla ödemeye çalışıyorum” diyor.
Adında “cumhuriyet” olup kadını görmezden gelen rejimler varken Atatürk’ün mimarlığını yaptığı Türkiye Cumhuriyeti’nde demokratik ve laik anlayışla, hak ve özgürlüklerde kadın/erkek eşitliği hedefleniyor.
Tarihsel süreçte Türk Kadını
Yazar Dr. Gülhan Seyhun, toplum içinde kadın algısını etkileyen en büyük etkenlerden birinin inanç olduğunu daha doğrusu inançlar üzerinden yapılan yorumlar olduğunu söylüyor. Türklerde kadın algısı, İslamiyet öncesi Şamanizm inancıyla şekillenmiş ve ortak yaşam anlayışıyla erkeklerle birlikte hareket edilmişti. Bu birliktelikte biri diğerine üstün veya bastırılması gereken bir varlık olarak görülmemişti. Hatta Osmanlı’nın ilk yıllarında, kadınların erkekten kaçması veya tesettür konusunda tutuculuk olmadığı gibi kadın, henüz eve kapatılmamıştı. Zamanla kadını erkek karşısında ikincilleştiren anlayış hâkim olmaya, kadını sosyal hayattan çekerek gizlemeye ve eve kapatmaya başlamıştı. Köy yaşantısı her ne kadar bu kapatılmaya elverişli değilse de daha çok şehir merkezlerinde kadın ve erkeğin yaşam alanları, haremlik ve selamlık olarak ayrıştırılmıştı. Yirminci yüzyılın başlarında İstanbul’da, evlilik vesikası yanında olmayan bir kadın, kocasıyla bile aynı arabaya binemiyordu. Dünyaya özgürce bakamayan bu kadınlardan, başta saray kadınları olmak üzere hali vakti yerinde olan ailelerin kadınları, belli bir refah seviyesine ve eğitim imkânına sahip olurken diğerleri yaşamın her alanında geri kalmaya mahkûm edilmişler ve kendilerine sunulan hayatı sorgulamadan kabullenmişlerdi. Kutsallık da atfedilen bu kabuller, gelenekselleşerek tabu haline gelmiş, bu tabular fermanlarla yasalaşmıştı. Kadınların bu şekilde sosyal alanlarda gizlenmesi, başta eğitim ve iş hayatı olmak üzere yaşamın her alanına yansımıştı.
“Kadını toplumda görünür kıldı”
Atatürk’ün en büyük motivasyonu, haksızlıklara boyun eğmeyen ruhuydu. Küçük yaşta kadınlara yapılan haksızlıkları görerek isyan etmiş, bu isyanını Türk kadını üzerinde idealleştirmişti. Millî Mücadeleye beraber başladığı arkadaşlarıyla ayrıştığı en belirgin nokta, halife ve saltanat taraftarlıkları idi. Fakat bu durumun topluma yansıyan yüzü “kadın” üzerineydi. Kadının alışılmış kabullerin dışına çıkması istenmiyordu.
Kadına şiddet olaylarında cinsiyetçi yaklaşımın etkilerinin açıkça anlaşıldığı günümüzde Atatürk, yüz yıl önce var olan, kalıplaşmış cinsiyetçi yaklaşımları, muhteşem iradesiyle aşmış, toplumsal cinsiyet eşitliğinin uygulayıcısı olarak topluma rol model olmuştu.
Atatürk, yeni topluma, yeni erkek ve kadın modelleri kazandırması gerektiğini biliyordu. Aslında yapmak istediği zihinsel değişiklikti. Süreci hızlandırmak için eşi Latife Hanım ile yurt gezilerine çıktı. Bu gezilerde, kendilerine eşlik eden veya karşılayanlar arasında kadınlara ayrı, erkeklere ayrı toplantılar düzenlemek isteyenler oluyor, ancak o, böyle bir ayrılığa izin vermiyordu. Halka hitaben yaptığı konuşmalarda kadının nasıl olması gerektiği konusunda telkinlerde bulunuyor, örnek oluyor, cesaret veriyor, ikna etmeye çalışıyordu.
O zamanlar, kadın erkek bir arada oturulmazdı. Latife Hanım, cumartesi günleri kadınlar için kabul günü yapıyordu. Bir gün Atatürk’le şöyle kararlaştırdılar: Kadınlar gelip otururken Atatürk içeri girecek ardından birkaç bey daha girecekti. Planı uyguladılar ve böyle böyle akşamları kadın-erkek bir arada oturmaya başladılar.
1923’de ilk kez kadın-erkek bir arada, film izlendi.
1923’te İzmir’de bir gün Atatürk ve Latife Hanım, Ankara Sineması’na gitmişlerdi. İçeri girip locaya oturan Atatürk, herkesin erkek olduğunu görünce, neden hiç kadın olmadığını sormuş, kadınların sadece salı günleri içeri alındıkları cevabını alınca da kendilerini karşılamak için gelen kadınların hemen içeri alınmasını istemişti. Kadınlar alkışlarla salona girmiş ve ilk kez kadın-erkek bir arada, film izlenmişti.
Bedia Muvahhit’in ilk sahneye çıkışı 1923’de Atatürk’ün huzurunda oluyor.
Müslüman kadınların sahne almasına henüz müsaade edilmemişti. Darülbedayi, o günlerde İzmir’de turnedeydi. Oyunculardan Behzat, Şadi ve Muvahhit, Atatürk’ü oyunlarına davet etmek üzere Uşakizade Köşkü’nde ziyaret ediyorlar ve bu ziyarette Müslüman kadınların da sahneye çıkması konusunu açmayı planlıyorlar. Ancak konuyu açmaya henüz cesaret edememişken Atatürk, tam da istedikleri konuyu açıyor ve konuşmasını şöyle sürdürüyor: “…Darülbedayi bu memleketin sanat hayatında çok sevilen ve çok sevimli bir çiçektir. Türk hanımlarının iştirakiyle bu çiçek daha da serpilecek, daha sevimli bir hale gelecektir.” Ve Bedia Muvahhit’in ilk sahneye çıkışı, 31 Temmuz 1923 Pazar günü, Atatürk’ün huzurunda oluyor.
“Kim derdi ki devrim; gülmek, dans etmek. Kim derdi ki devrim; güldürmek, dans ettirmek!”
Özgür ruhu bedenine yansıyan Atatürk, genç yaşta dans etmeyi öğrenmişti. Dans, İstanbul’un sosyal hayatına girmiş, fakat Ankara’da henüz görülmemişti. Atatürk, önce en yakınındakilerle dansı başlatmıştı. Öğretiyor, teşvik ediyor, zorluyor, eğleniyor, eğlendiriyordu. O, güçlü kişiliği yanında zaman zaman toplumda kazandığı saygınlık karşısında insanların kendisine itiraz edemeyeceklerini bilmenin gücünü de kullanmıştı. Bu durum, kadını erkekten izole etmek isteyen, onun gülüşünü bile çok görenlerin olduğu bir toplumda, kadınlar için kazanımlara dönüşmüştü. Toplumda düşük bir iş olarak görülen dans, kısa sürede saygın bir konuma gelmişti. Atatürk, dansla kadına özgürlüğün yolunu açmıştı. Yazar Gülhan Seyhun, dansa dair duygularını; “Kim derdi ki devrim; gülmek, dans etmek. Kim derdi ki devrim; güldürmek, dans ettirmek!” ifadeleriyle bitiriyor.
“Türk kadını, Cumhuriyet’le birlikte özüne döndü.”
Altınbaş Üniversitesinden Dr. Gülhan Seyhun, bu kitapta Cumhuriyet’in kadınlara eşit vatandaşlık, seçme ve seçilme hakkı ve karma eğitimle bütün eğitim kademelerinden yararlanma hakkı sağladığını, bu durum kanunlarla güvence altına alındığını ancak kadını evden çıkmaması gereken bir varlık olarak kanıksayan bir toplumda, kadının sosyal hayatta yer almasının hiç de kolay olmadığını vurguluyor. Ona göre Türk kadını, Cumhuriyet’le birlikte asırlık rollerinden sıyrılıp özüne dönüyor. Bu değişimin ana gücü, anlatan, ikna eden, yeri geldiğinde zorlayan, cesaret veren, örnek olan, yönlendiren bir lider olan, Atatürk’tü.
“Cumhuriyet, bütünüyle kadın devrimiydi.”
Cumhuriyet’in cesaret verdiği kadınlar büyümüş, akla ve bilime inanarak, öğretmen, hemşire, doktor, mühendis, avukat, bilim insanı, sanatçı, sporcu, anne olmuşlar, en önemlisi kendileri olmuştu. Onlar büyümüş, milyonlar olmuştu!

SEYİRCİNİN TAKDİRİ SEKİZİNCİ FİLMİ ÇEKTİRDİ

Hızlıca İstanbul’un en iyi on mekanı arasına girdi : BEST LOUNGE THE BOSPHORUS

BERKAY’DAN HARBİYE’DE MÜZİK DOLU BİR GÖRSEL ŞÖLEN: “BU GECE BİTMESİN!”

13. Bedia Muvahhit Tiyatro Ödülleri Sahiplerini Buldu Türk tiyatrosunun öncü isimlerinden Bedia Muvahhit’in anısını yaşatmak amacıyla düzenlenen Bedia Muvahhit Tiyatro Ödülleri, 13. yılında da sanat dünyasını İzmir’de bir araya getirdi. Haldun Dormen Sahnesi’nde, İzmir’deki Sahne Tozu Tiyatrosunun ev sahipliğinde gerçekleşen ödül töreni, Türkiye’nin dört bir yanından gelen tiyatro sanatçıları ve sanatseverlerin katılımıyla adeta bir yıldızlar geçidine dönüştü. Törene katılan konuklar arasında törenin sanat danışmanı Haldun Dormen, onursal jüri başkanı Göksel Kortay, Sema Sarper, Mehmet Sarper, İzzet Günay, Serpil Günseli, Zerrin Tekindor, Meltem Cumbul, Halit Ergenç ve Salih Güney yer aldı. Sanat danışmanı ve ödüllerin isim babası Haldun Dormen, yaptığı konuşmada Bedia Muvahhit’in sanat mirasını yaşatmanın onurunu dile getirdi. Gecede, ilk kez törene katılan Meltem Cumbul ve Halit Ergenç başarılı tiyatroculara ödüllerini takdim etti. Usta oyuncu Zerrin Tekindor ise Haldun Dormen Yaşam Boyu Onur Ödülü’ne layık görüldü. Tekindor, ödül konuşmasında salonda bulunan Halit Ergenç’e dönerek, “Bunu kim alsa çok kıskanırdım. Yani Halitçim, sen bile alsan kıskanırdım,” sözleriyle izleyicileri ve Ergenç’i güldürdü. Tören sonrası basın mensuplarının sorularını yanıtlayan Halit Ergenç, rol aldığı Kral Kaybederse dizisindeki imaj değişimi hakkında bilgi verdi. Ergenç, dizideki saçlarının hazırlanma sürecinin yaklaşık 1,5 saat sürdüğünü, temizlik sürecinin ise yarım saat aldığını belirtti. Meltem Cumbul ise dizi sektöründeki çalışma şartlarının iyileştirilmesi gerektiğini vurguladı. Gecede sahne müziğinden ışığa, kostümden dekor tasarımına kadar birçok alanda emek veren, özel ve devlet tiyatrolarından başarılı isimler ödüllendirildi. 13. Bedia Muvahhit Tiyatro Ödülleri, tiyatro sanatına katkı sunan isimleri onurlandırarak sanat dünyasına anlamlı bir gece yaşattı

Urla’da Gerçek Meşhur Bademli Kazandibinin Adresi: Urla Hisarönü Süt Tatlıları

İsmail Özkan’dan Yeni Şarkı: “Yalnız Adam” Yayında